Röportaj: Nando Salva - Temmuz/Ağustos 2014
Vampir dünyasıyla ilk ne zaman tanıştınız?
Sanırım ben de herkes gibi çocukken tanıştım. Christopher Lee’nin ya da Vincent Price’ın İngilizlerin ikonik yapım şirketi Hammer için çevirdikleri filmlerdeki resimlerine bakardım. Vampirler hiç de korkunç ya da tehlikeli yaratıklarmış gibi gelmezdi çünkü sizi ısırdıklarında ölmüyordunuz, tam aksine ölümsüz oluyordunuz. Cadılar gibi sihirli yaratıklar olduklarını düşünürdüm. Ben cadılara bayılırım.
Only Lovers Left Alive ölümsüzlük üzerine bir film mi yoksa ölüm üzerine mi?
Filmi sekiz yılda yaptık, ilk altı yılında ölümsüzlükle ilgili bir film olduğunu düşünüyordum ama çekimlere başladıktan bir hafta kadar sonra anneme kanser teşhisi koyuldu ve çok çabuk öldü. Sonra fark ettim ki bu, nasıl öldüğümüz ve sevdiklerimizin ölümüyle nasıl baş ettiğimiz hakkında bir film. Zaten ölümsüzlük hakkındaki her tür tartışma ölümle ilgili bir tartışmaya varıyor. Ancak, en azından Batı kültürlerinde, ölümden o kadar korkuyoruz ki ölümsüzmüşüz gibi davranıyoruz. Oysa değiliz.
Siz de ölümden korkuyor musunuz? Seçme şansınız olsaydı ölümsüz olmak ister miydiniz?
Doğruyu söylemek gerekirse bilmiyorum. Çünkü hayat çok uzun ve bir noktadan sonra hepimiz yorgun düşüyoruz. Gençlik çağında kendimizi çok enerji dolu hissediyoruz ama o enerji çabucak tükeniyor ve kendimizi yenilemeye ihtiyaç duyuyoruz. Hayal edebileceğinizden daha yaşlıyım ben, ayrıca yüzlerce yıldır yaşıyormuşum gibi hissediyorum. Öte yandan, kendimi harika hissediyorum. Ve bunun sırrını biliyorum: Bu hayattaki en önemli üç şey, aşk eylemi, arkadaşlık ve doğadır. Bütün bunlara sahipseniz iyi hissedersiniz. Ayrıca sonuçta sanatçılar ölmez.
Bundan emin misiniz?
Demek istediğim, sanatçılar gelir geçer ama sanatımız kalır.
Öyleyse Only Lovers Left Alive’daki vampirlerin sanatçıların metaforu olduğunu söyleyebilir misiniz?
Evet, bu Jim Jarmusch’un fikriydi. Tabii ki bunu söylerken, ticari başarı elde etmek için değil, çok kişisel duyguları ve düşünceleri ifade edecek yollar bulmak için toplumun kıyılarında çalışan, özel bir duyarlılığa sahip sanatçılardan bahsediyorum. Sanata başladığımdan beri kendimi yakın hissettiklerim onlardır. Ben bayrağı akıl hocam Derek Jarman’dan devraldım, o da bayrağı William Burroughs, William Blake ve Stan Brakhage’den devraldığının son derece bilincindeydi. Sanatçı olmak kendinizden çok daha büyük bir şeyin, bir neslin parçası olmak demektir.
Peki bunun sizin için çok kişisel bir film olduğunu söyleyebilir miyiz? Jim Jarmusch için öyle olduğuna şüphe yok.
İçinde yer alan herkes için kişisel bir film. Söylediğim gibi, hazırlıklarına yıllar önce başladık ve o günden sonra da her birimizin kendini çok yakın hissettiği yeni malzemeler ekleyerek birlikte pişirdik bu yemeği. O anlamda bu, ev yapımı bir film adeta. Ama tabii ki en fazla Jim Jarmusch yakınlık hissediyordur. Aslında resmi olarak bu Jim Jarmusch’un çektiği ilk vampir filmi olabilir ama şöyle bir düşünürseniz, Mystery Train/Gizem Treni (1989), Dead Man/Ölü Adam (1995) ya da Ghost Dog/Hayalet Köpek (1999) vampirlerden değil de kimlerden bahsediyordu ki? Bence Jim Jarmusch bir vampir.
Sanatçıların ve genel olarak insanların geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Dünyamızın iyi bir durumda olmadığını biliyorum ve geleceğe dair iyimser olmak için de pek sebep yok, ama ben iyimserim. Nedenini açıklayayım: Filmde canlandırdığım karakter her şeyi gördü biliyorsunuz, Engizisyon’u, bütün soykırımları... Ve insanlığın bütün bunların üstesinden nasıl geldiğine tanıklık etti. Bu zor zamanlara rağmen iyimser olmak için iyi bir sebep bu. İlerlemek için, nefes almak, aşık olmak, merak ve gerçeğe bağlılık duygumuzu tazelemek için elimizden geleni yaptığımız sürece hayatta kalacağız.
Only Lovers Left Alive’da birçok komik an yaratıyorsunuz. Oysa rol aldığınız Jim Jarmusch ve Wes Anderson filmleri dışında kimse sizi bir komedi oyuncusu olarak görmez aslında. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Galiba uzun zaman insanları çok ciddi bir insan olduğuma inandırmak konusunda çok başarılıydım. Jim ve Wes beni çok iyi tanıyorlar ve bir palyaço gibi oynamaya bayıldığımı biliyorlar ama beni tanımayanlar sert hatlara sahibim diye sert bir mizaca sahip olduğumu zannediyorlar.
Söz oraya gelmişken, sizce görünüşünüzün kariyeriniz üzerinde iyi mi yoksa kötü mü bir etkisi var?
Görünüşümle ilgili tek sorun şu ki; havaalanlarında rastgele yapılan güvenlik kontrollerinde hep beni seçiyorlar ve bunlar genellikle erkek polisler oluyor. Hayır, cidden, kariyerim için neyin iyi neyin kötü olduğu hiç umurumda değil. İşim söz konusu olduğunda, nereye gittiğimi bilmemek hissini seviyorum, ormanda kaybolmuşum da küçük ekmek parçalarını takip ediyormuşum gibi... Hayatın içinde dolanmayı, yürürken patikayı bulmayı seviyorum. Bunca yıldır Hollywood’da çok az çalışmış olmamın sebebi de bu olmalı. Doğrusu orada üst üste 15 günden fazla geçirdiğim olmamıştır. Her gidişimde kendimi turist gibi hissediyorum ve böylesi hoşuma da gidiyor. Ben sanat dünyasından geliyorum, film endüstrisinden değil. Arada sırada büyük filmlerde küçük roller için davet aldığım oluyor ve bunun için de şanslı hissediyorum kendimi, ama bana göre değil aslında. Hollywood ve ben birbirimizi çok iyi tanımıyoruz, yine de birbirimize karşı gayet nazik ve düzgün davranıyoruz.
Ama bir Hollywood yapımı olan Michael Clayton ile Oscar kazandınız ve The Chronicles of Narnia gibi gişe canavarlarında rol aldınız.
Evet, o Hollywood yapımlarında nasıl rol aldığım benim için de bir bilinmez. Neden beni çağırdılar? Eğer Hollywood’dan biri beni istiyorsa bunun Tilda Swinton tarzı bir rol için olması gerekir, çünkü benim Hollywood tarzı bir rol oynamam mümkün değil.
Moda sizin için çok önemli; aslında bir anlamda siz bir moda ikonusunuz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Hayattaki en büyük şanslarımdan biri arkadaşlarımın bir çoğunun sanatçı olması ve bunlardan bazıları da modayla ilgileniyor. Onlarla birlikte yaptığım çalışmalar işimin en tatmin edici yönlerinden biri, çünkü orada benzersiz bir enerji buluyorum. Bu, modanın ruhumuza seslenmesi ve bizi özgün olmaya çağırmasıyla ilgili bir şey olmalı. Görünüşümüzü değiştirmek hepimizin hakkı ve bu hakkı kullanmalıyız. Bana gelince, benim için bu işle ilgili en ilgi çekici şeylerden biri karşı cinsin kıyafetlerini giymek. Bunun yedi yaşındaki bir çocuğun merakından daha sofistike bir şey olmadığını gayet iyi biliyorum ama yine de böyle giyinmeyi seviyorum. Bu arada, bana kalırsa, oyunculuğun en iyi taraflarından birisi de bol bol seyahat etme şansı bulmak...
Seyahat etmekten bıkmadınız mı?
Hem de hiç... İskoçya’nın kuzeyindeki dağlık bölgede, küçük bir kasabada yaşıyorum. Film izlemek için arabayı alıp kilometrelerce yol yapmam gerekiyor, üstelik de her şey tüm salonlarında Harry Potter filmleri gösteren bir alışveriş merkezi sinemasına ulaşmak için. Komşularım Bresson ya da Dreyer kimdir bilmez. Son zamanlarda sinemayı sevmek kolay değil, ama başka seçeneğim yok.
Sinema sevginiz bir tür politik eylem biçimi olabilir mi?
Kesinlikle. Gençken sokaklarda “Maggie istifa!” diye bağırarak Margaret Thatcher’ın politikalarını protesto ederdim, şimdi de sinema için yürüyorum. Sinemanın sadece seyirciye değil eylemcilere ihtiyacı var, hiper eylemcilere. Derek Jarman gibi insanlar sayesinde bunu en baştan öğrendim.
Jarman akıl hocanızdı. O olmasaydı oyuncu olmayacağınızı söylemiştiniz.
Bu doğru. Onunla tanışmadan önce oyunculuğu hiç düşünmemiştim. Ben daha ziyade yazardım. O zamanlar İngiliz sineması çok endüstriyel ve ticariydi, bana göre değildi. Sonra Derek ile tanıştım, onun sinemasının öncü yönlerini keşfettim ve birdenbire her şey anlam kazandı. Ama defalarca söylediğim gibi, bunca yıl sonra kendime oyuncu demekte zorlanıyorum. Bir oyuncu gibi yaşamıyorum ve oyuncuymuşum gibi de davranmadım hiç. Oyunculuk yapabiliyor muyum onu da bilmiyorum.
Bu doğru olamaz.
Doğru! Her film yaptığımda, bu son diye düşünürüm. Ama iyi sinemacılarla, Wes Anderson, Jim Jarmusch, Bong Joon-ho gibi insanlarla çalışmak gerçekten çok hoşuma gidiyor. Bong Joon-ho ile Snowpiercer adlı müthiş bir bilimkurgu çektik. Hepsinden çok şey öğrendim.
Aileniz İngiliz aristokratlarından. Sanatsal genleriniz nereden geliyor?
Bilmiyorum. Gerçek şu ki, çok ayrıcalıklı şartlarda büyüdüm. Babam orduda üst rütbeli bir subaydı ayrıca, o nedenle bizim evde disiplin çok takdir gören bir şeydi. Kendimi benim için önceden belirlenmiş bir hayatın içinde bulmayayım diye çok zaman ve emek harcadım. Kendime sanatla ve yaratıcılıkla dolu, dünyanın geleneksel yollarla algılanmadığı bir dünya kurmak için çok çalıştım. Bu tür bir özgürlük benim için çok önemli oldu. Bir oyuncu ya da sanatçı olarak yaptığım her şey, hayatımı kurup geliştirme sürecinin bir parçasıydı, böyle hissediyorum.
Bu arada, Swinton'un başrolünde oynadığı ve 70. Cannes Film Festivali'nde yarışan ilk Netflix filmlerinden Okja'nın Türkiye gösterim tarihi 6 Haziran olarak belirlendi. Bu ilginç film hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.
KATEGORİ
ARŞİV
TARİH
13 ŞUBAT 2015
ETİKETLER